“Kadın, toplumun gözünde çoğunlukla bir ‘olay’dır; kendi varlığından çok başkalarının onun hakkında düşündüğü şeydir.” 

Güzel bir ekim günü, Paris’in bir ara sokağından çiçekli elbisesi ve bisikletiyle geçen 65 yaş üstü bir kadına bakarken, Simone de Beauvoir’e ait olduğunu düşündüğüm bu söz geçti aklımdan. (Daha doğrusu, yazarın eserlerinde net olarak ifade ettiği bir düşüncenin aklımda kalmış hali.) 

Mükemmel bir parlaklıkla beyazlamış saçları, ince ceketi, iri zambak desenli elbisesi ve yüzündeki derin, zarif çizgilerle taban tabana zıt duruşu çok çarpıcıydı. O yüzü yalnızca bir an gördüm ama unutamadım. Trafiğin de aktığı sokakta bisiklet sürmekle kalmıyordu. Önümüzden geçip giderken tek elini de hayata bir nanik biçiminde kaldırdı birkaç saniyeliğine.

O yaşta bir kadın hayal edildiğinde akla gelebilecek en son imgelerden biriydi bu ve güzel olduğu kadar da özgürleştiriciydi. Yerleşik yaş ve cinsiyet kalıplarına bir başkaldırıydı… Bir şey kanıtlamaya çalışmıyordu üstelik, yüzünde ve hareketinde bir yaşam neşesi, coşkusu vardı. Yaş almanın bir ceza hatta hastalık biçiminde kodlandığı, tepeden tırnağa gençlik fetişiyle dolu dünyada hayatı ve varoluşunu kutluyordu. 

Avrupa’da bu sahnelere alışığız: Kaygısızca bisiklet süren ya da bir parkta kitabını okuyan zarif bir kadın, bir bistrot’ta şarap eşliğinde kahkaha atan yaşlı bir çift, metroda bile şık giyinmiş, dikkatle makyaj yapmış bir “teyze”…

Şehrin her köşesinde, 65- 70 yaş üstü insanlar hayatın hâlâ tam içinde. Hiçbiri “torun bakıcısı” değil, sadece birinin annesi veya büyükannesi değil, hepsi kendi hayatının öznesi. Bu haliyle yaşlanmak, bir meziyet, bir ayrıcalık neredeyse. 

Türkiye’de pek çoklarına nasip olmayan bir ayrıcalık hem de…

Türkiye’de yaş almak

Tüm bunların aksine Türkiye’de yaş almak, hayatın içinde kalmak değil, yavaş yavaş görünmezleşmek anlamına geliyor. İnsanlar artık bir “karakter” olarak bile değil, bir kategori olarak görülüyor.