Sansasyonel olaylar hiçbir zaman yalnızca kendi başlarına yaşanmaz; genellikle daha geniş bir düzenin çatlağından sızarak görünür hale gelirler. Mehmet Akif Ersoy’un tutuklanması da böyle bir eşik anı yarattı. Kamuoyunda önce adli bir soruşturmanın başlığı olarak dolaşıma girdi, ardından Türkiye’de medya sektörünün uzun süredir bastırılmış hatta normalleştirilmiş bir başka meselesini açığa çıkardı: gücün cinsiyeti. Kadın gazetecilerin hangi koşullarda sessizliğe zorlandığı ve bu sessizliğin nasıl kurumsal bir norm, hatta bir çalışma rejimi haline getirildiği…

Soruşturma dosyasının içerdiği uyuşturucu, uçlarda cinsellik ve suistimal iddiaları nedeniyle yarattığı “neler oluyor neler” merakının, olayın gördüğü geniş ilgide payı büyük. Ama ortaya çıkan anlatılar, tekil bir “ahlaki sapma”ya işaret etmiyor. Daha çok, medyada uzun süredir işleyen ama ismi nadiren konulan bir iktidar mimarisini görünür kılıyor. Bu mimaride güç, yalnızca editoryal karar alma yetkisiyle sınırlı değil; ekran, sözleşme, terfi, görünürlük ve süreklilik gibi araçlarla dağıtılıyor. Burada belirleyici olan, kişinin karakteri değil bulunduğu pozisyon. Yani mesele bireysel kötülükten çok pozisyonel güç ve bu gücün çoğunlukla ne kadar rahat, ne kadar sorgusuz kullanıldığı.

Geçenlerde izlediğim bir yapımda şöyle bir söz geçiyordu: “Güç, asla onu çok sevenin eline geçmemeli.” Bir güç pozisyonu elde edenin yozlaşma hızına yetişmek mümkün olmuyor. “Ne efendi adamdı, Allah Allah ne oldu böyle…” türünden şaşkınlıklar da bu yüzden çoğunlukla samimi değil. Güç suistimalinin, denetimsizlik ve kayırmayla birleştiğinde ne kadar hızlı biçimde tehlikeli hale gelebildiğinin örneklerine her gün rastlıyoruz. Şaşırtıcı olan bu değil; hâlâ şaşırıyormuş gibi yapabilmemiz.