19 Ekim Pazar sabahı 9 buçuk sularında, Paris daha Cumartesi gecesinin mahmurluğunu üzerinden atamamışken, Louvre Müzesi'nin Seine Nehri kıyısındaki kanadına yanaştırılan mobilya asansörlü bir kamyonet, kimsenin dikkatini çekmemişti. Her zaman bir köşesi tadilatta olan müzede çalışmaya gelen işçiler (!), aracı sakin sakin çevirip, etrafına trafik konilerini yerleştirirken de kimse onlardan şüphelenmedi.
Ardından geçen 7 dakikalık sürede olanlarsa günlerdir bütün dünyada konuşuluyor. Daha çok uzun süre de konuşulmaya devam edecek gibi görünüyor. Siz de muhakkak duydunuz. Sosyal medyadaki alaycı paylaşımları görüp güldünüz. Ve belki daha önce gelip yerinde gördüyseniz, ekranlarınızdan çalınan mücevherlere bakıp, ahlayıp vahladınız.
Benim içinse durum biraz farklı. Yıllardır Paris'te, evimden sonra en çok gittiğim yer herhalde, bu müze. Şimdiden "Yüzyılın soygunu" diye bahsedilen olay da, müzenin avucumun içi gibi bildiğim, yirmi küsür yıldır yüzlerce kişiye gezdirdiğim bir salonunda gerçekleşti. Çalınanlar da yine, tarihlerini, hikâyelerini yıllardır anlattığım, her ne kadar millî kimliğimin, geçmişimin parçası olmasalar da sevdiğim, bir çeşit bağ kurduğum eserler.
E böyle olunca da, burada olanları anlatmak başa düştü. Neresinden başlamalı? Muhabircilik oynayan çocuklar gibi, en basmakalıp şekliyle, ne, nerede, ne zaman, nasıl, neden, kim, filan diye mi söze girişmeli? Haydi bakalım!


