Eskiler, kentin prangaları yüreklerinde yara yaptığında “teferrüç” edermiş; yani gamı gidermek ve ferahlamak için kırlara çıkarmış.
Malum artık öyle göz alabildiğine teferrüç mekanı pek kalmadı buralarda.
Suyun üzerine kurulmuş (ve pek de denizci olmayan ellere emanet) İstanbul gibi bir kentte “gamı gidermek ve ferahlamak için denize açılmak” anlamına gelen bildiğim kadarıyla bir sözcük de yok.
Ama o duyguyu az çok biliyorum.
İki kıta arasında, Boğaz boyunca ya da Adalar’a her yolculuk ettiğimde yaralarıma serin bir merhem sürülmüş gibi hissediyorum.
Bu nedenle İstanbul’un vapurlarını, kaybolan çayırların yerini alan minik bahçeler gibi görme eğilimim var.
Boğaz’ın “Bahçe Sınıfı” üç vapuru sanki bu amaçla tasarlanmış ve tasarımlarına uygun adlandırılmışlar: Paşabahçe, Fenerbahçe ve Dolmabahçe.
Aslında üst katlarındaki yaz bahçesi ve ön bölümlerindeki kış bahçeleri nedeniyle böyle sınıflandırılmışlar.
Saatte 18 mil ile Boğaz’ın en hızlıları onlar. Güçlü motorlarıyla her havaya kafa tutabilen ve ince uzun, hafif kavisli bedenleriyle en güzelleri.
Bugün 1952 doğumlu bu üç vapurun sadece ikisinde oturup çayınızı içebiliyorsunuz ve sadece biriyle denize açılabiliyorsunuz.

İskoç kızkardeşler: Dolmabahçe ve Fenerbahçe
Boğaz’da buharlı gemilerin tarihi 1830’lara uzanıyor. Halk arasında Buğ adı verilen ve İngilizlerin işlettiği Swift onların ilki.
Onu kuğu zarafetinde vapurlar (Fransızca buğu, buhar anlamında vapeur’den ilhamla) takip etmiş.
Böylece İstanbul, vapurlarına tam anlamıyla aşık olmuş.