Televizyon ve tam karşısındaki koltuk, 70’li yıllardan başlayarak evlerin en değerli noktasıydı. Televizyon evin yıldızıydı, televizyonun yıldızı da ana haber.
Ama televizyonun yıldızının geçmişin görkemiyle parlayabildiği birkaç nadir an kaldı: Popüler bir dizinin bol entrikalı bölümü yahut kıran kırana bir seçim.
Şaka değil, Türkiye’de seçimleri televizyondan takip edenlerin oranı hâlâ yüzde 74. Oysa ülke genelinde haber almak için televizyonu seçenler yüzde 57’ye kadar geriledi.
Üstelik yaş barını şöyle aşağı doğru çektikçe, seçim sonuçları için yüzünü TV ekranına dönenlerin oranı daha da düşüyor: 18-29 yaş arasında yüzde 42.
Gözleriniz ille bir ekrana kilitlenecekse bunun TV ekranı olması omurga sağlığı açısından kesinlikle daha iyi. Bugünün gençlerinin 2050’li yıllarda yaşayacakları ağrılar ve enselerinin hemen altında oluşacak yumruyu hayal etmek zor değil.
Ama dijitalleşme ve ekran bağımlılığı inkar edilemez bir gerçek. Ve bu gerçek, anlam evrenimizi nasıl kurduğumuzu belirliyor.
Daha da ileri bir şey söyleyelim: Bunun bir şekilde toplumsal kutuplaşmayla ve toplumsal kutuplaşmanın da iktidar stratejileriyle ilgisi var.
“Esen kalın efendim”
Ekranda gördüğün şeyin gerçek olduğunu düşünmek ile gerçek olmayabileceğini aynı anda düşünebilmek, 20. yüzyıl insanının niteliklerinden biriydi.
Çünkü onlar devlet televizyonlarıyla büyüdüler. Burada yapılan gazeteciliğin öngörülebilir kural ve ilkeleri, ekrana gelebileceklerin öngörülebilir sınırları, söylenebileceklerin öngörülebilir bir rezervi vardı. Spikerler belli bir tonda konuşur, siyasiler belli bir tonda demeç verir, yayıncılığın varsayılan kamu yararıyla (evet, bu kamu yararı varlığı inkar edilen kesimleri kapsamazdı) kısıtlı bir menüsü olurdu.

