“Denizde yüzen kazlar CİMER’e yapılan bir ihbarla kümese kapatıldı. Sekizi sıcak hava ve strese bağlı olarak hayatlarını kaybetti.”
Kazların ölüm haberini ilk okuduğumda derin bir üzüntü hissettim. Bu his hemen ardından hızla öfkeye dönüştü. Saf kibir ve kötülükle, sadece yapabiliyor oldukları için en ufak bir etik kaygı duymadan yapılan bu başvuru, başvurunun işleme konulması, “görev bilinciyle” hareket eden memurlar, sonra cezalandırma, sonra ölüm…
Ne adına? Düzen mi, huzur mu, hijyen mi, yasalar mı? Bu cevaplardan hiçbiri içimi rahatlatmadı.
Sonra Ares’in haberi geldi karşıma. Denize girdiği için CİMER’e bildirilen bir köpek Ares. Barınağa kapatılmış. "Stresten ve sıcaktan" öldüğü yazıyordu. Onu oraya götüren sürecin hiçbir adımında vicdan yoktu ama prosedür vardı. Kâğıt üstünde her şey usulüne uygundu. Tıpkı kazlar gibi. Tıpkı hepimiz gibi…
Bu haberler bir araya geldiğinde, sadece yukarıdan örgütlenen değil, aynı zamanda aşağıdan kurulan bir korku rejiminin parçası olduğumuzu gösteriyor. CİMER bu rejimin resmi kapısı gibi: Sessizliğin, bastırmanın, cezalandırmanın aracı…
Bir butona basarak şikâyet eden, "rahatsız oldum" diyerek form dolduran, başkasının varlığını tehdit gören “muhbir yurttaş” figürü, devletle ekran başından temasa geçip bu cezalandırma gücüne ortak oluyor.
Artık bir komşu, bir veli, bir öğrenci, bir iş arkadaşı… Herkes potansiyel bir muhbir. Hiçbirimiz güvende değiliz ve çoğu zaman bunun farkında bile değiliz.
Bu meseleleri düşünürken karşıma Prof. Dr. Ayşen Uysal’ın bir makalesi çıktı: “Muhbirliğin Kurumsallaşması ve Korku Rejiminin Konsolidasyonu”
Makale ilk cümlesinden itibaren aklımdaki soruları cevaplıyordu. Muhbirliğin bireysel bir tercihten çok, sistematik bir rejime dönüştüğünü anlatıyor, CİMER gibi platformların yalnızca teknik değil, ideolojik birer aygıt olduğunu gözler önüne seriyordu.