23 Nisan günü, saat 12:49’da, Marmara Denizi'nde yaşanan 6,2 büyüklüğündeki deprem, hem kaygıları hem korkuyu gün yüzüne çıkardı.
Nüfusu 20 milyona yaklaşan İstanbulluların hemen hepsi de benzer soruların peşine düştü: Bu deprem, beklenen büyük İstanbul depremini yakınlaştırdı mı? Yoksa bu deprem büyük İstanbul depremi ihtimalini ortadan mı kaldırdı? Bilim insanlarından farklı görüşler gelince tartışmanın harareti arttı ve herkes inanmak istediği bilim insanını seçti, futbol takımı tutarcasına onu tutmaya başladı. Konunun özünde bilimin olduğu da unutuluverdi.
Bizim de aklımızda bazı sorular belirdi: Hangi bilim insanı, hangi araştırma güvenilir? Hangi bilim insanına kulak vermeli? Bilim insanları nasıl görüş vermeli? Bilim insanı olmanın kriteri ne? İşte tüm bu soruların yanıtlarını almak için tabii ki en doğru adres olan Bilim Akademisi’nin kapısını çaldık. Bilim Akademisi’nin kurucu başkanı Prof. Dr. Mehmet Ali Alpar ve yayın organı Sarkaç’ın editörü Dr. Defne Üçer-Şaylan sorularımıza çok anlamlı bir makaleyle yanıt verdiler:
Deprem, bilim, medya ve biz: Ne biliyoruz, neye güveneceğiz, ne yapmalıyız?
Deprem, salgın, savaş ve seçim gibi dönemlerde bilgiye duyulan ihtiyaç artar; bu da çoğu zaman bilgi kirliliğini beraberinde getirir. Tıpkı, 23 Nisan İstanbul depremlerinin ardından yaşandığı gibi.
23 Nisan’da deprem olur olmaz başlayan bilgi kirliliğinin ilk bakışta iki önemli olumsuz sonucu göze çarpıyor: Bireylerin veya yetkililerin korunmak ve toparlanmak için yapabileceklerini yapmamaları tehlikesi ve bilime olan güvenin zedelenmesi.
Bu yazıyı, bu gözlemlerden yola çıkarak kaleme aldık. Amacımız, depremlerle ilgili bildiklerimizi sağlayan bilimin doğasını hatırlamak, kriz anlarında medyanın neyi öne çıkarırsa topluma daha fazla katkı sunabileceğini tartışmak ve sonunda da bizi korkutan bu konuda “Peki, biz ne yapabiliriz?” sorusuna yanıt aramak.
Bilimin doğası
Bilimsel bilgi, bilimsel araştırmalar sonucu, gözlem, deney, ölçümler ve matematiksel modellemeler yoluyla elde edilir. Bilim insanları araştırma sonuçlarını yayın yaparak bilim dünyasıyla paylaşırlar. Araştırmanın yöntemi ve sonuçları bu şekilde bilim topluluğunun süzgecinden geçer. Bulgular, yayınlanma sürecinde araştırma alanındaki diğer araştırmacılar tarafından, yönteminin sağlamlığına, kendi içinde tutarlı olup olmadığına ve daha önceki bilgimizle tutarlı olup olmadığına göre değerlendirilir ve uygun görülürse yayınlanır. Yayınlandıktan sonra da dünyadaki bilim topluluğu tarafından sınanmaya devam eder.
Bilimsel bilginin önemli bir özelliği sınanmaya açık olmasıdır. Bu dinamik yapı, bilimin güvenilirliğini sağlayan temel unsurlardan birisidir.
Doğada ve toplumda birçok durumda gözlenen dinamikler net, kesin, belli zamanda ve yerde olacağı önceden kestirilebilen sonuçlar vermez. Birçok karmaşık sistemden gözlemlerle öğrenebildiğimiz bilgiler istatistik bilgilerdir. Yani yüzde kaç olasılıkla, ne türden nasıl bir olay nerede hangi zaman aralığında gerçekleşir gibi bilgiler söz konusudur. Bunlar da keyfi değildir elbette; büyük emekle, doğayı ve toplumu gözleyerek, ölçüp biçerek, modelleyerek ve bağımsız olarak farklı bilim insanlarınca sınanarak elde edilmiştir. Depremlerle ilgili öngörüler de bu tür istatistiksel bilimsel bilginin en güncel ve yaşamsal örneklerindendir.
Bazen bilim topluluğunda tartışmalar olabilir. Bu tartışmalar, yeni gözlem ve deneyler yardımıyla elde edilen yeni bulgular ışığında şekillenir ve belli bilimsel görüşler ağırlık kazanır.
Her araştırma güvenilir midir?
Her araştırma aynı derecede güvenilir değildir, ne kadar güvenilir olduğu birçok kritere bağlıdır ve ideal olarak bilim insanları bu kriterleri içselleştirerek yetişirler, dolayısıyla bilginin güvenilirliğini test etme yetisine sahip olmaları beklenir.
Bilim dünyasında her şey siyah beyaz da değildir. Her araştırma güvenilir değildir, her bilimsel dergi de güvenilir değildir. Bütün mesleklerde olduğu gibi bilim insanları arasında da bilinçli veya bilinçsiz olarak yanlış ve usulsüz davranışlar olabilir.
Bilim topluluğunun süzgeci burada önemlidir, sağlam hakemlik süreçleri olan bilimsel dergilerde yayınlanmış bilgi daha güvenilir olarak benimsenebilir.
Her şeye rağmen bilimsel bilgi, kanıta dayalı, en sistematik ve en sıkı biçimde sürekli denetlenen tek bilgi türüdür. Bilimin zorlukları olsa da bugün bildiğimiz ve güvendiğimiz dünyaya bilim pratiği sayesinde ulaştığımızı söylemek yanlış olmaz; depremler ve onlardan korunma yöntemleri de bu durumun istisnası değil.
Afetler konusunda medyanın rolü
Afetler söz konusu olduğundaysa bilim ve medyanın bir araya geldiği anlar zaman zaman sorunlu olabiliyor. Medyanın tıklanma sayısını artırmak, kamuoyunun sorularına en kısa ve kolay anlaşılır yanıtı bulmak veya sadece sansasyonel içerik sağlamak için bilim yayını yapması bilimin itibarına ciddi zarar veriyor. Oysa bilim genelde sansasyonel değildir.
Doğal olarak toplum kesin ve pratik bilgi isteyebilir ancak bu her zaman mümkün olmayabilir; örneğin depremlerin doğası gereği nerede nasıl bir deprem olabileceğini tahmin edebiliyoruz fakat ne zaman olacağını bilemiyoruz. Burada ideal olan, kamuoyunun, bilimin işleyişi konusunda bilgi sahibi olması ve karar verirken rastgele savrulmak yerine “önemli” olan şeylere odaklanmasıdır. Medya sansasyonel şeyler peşinde koşmaktansa önemli ve en doğru olanı öne çıkarabilir.
Bilim insanlarının da neyi bildiğimiz/neyi bilmediğimiz konusunda net, dürüst yanıtlar vermesi ve toplumu hayati önemi olan konularda bugünkü bilgimiz dahilinde yapabileceklerimiz/yapmamız gerekenlere yönlendirmesi hem çok daha faydalı hem de güven verici ve rahatlatıcı olabilir.
Tehlikelere işaret etmek, insanları bilgilendirmek ve önlem alınmasını sağlamak için önemli elbette. Yalnız korku ile korkulan konuda önlem almak arasında ilginç bir ilişki var.
Bilim Akademisi üyesi sosyal psikolog Nebi Sümer bunu şöyle açıklıyor:
“Eğer korkuyu siz bir çare göstermeden, bir kapasiteye dayanmadan ve önleme yolu göstermeden verirseniz, insanlar kaçmaya başlarlar. Böyle bir durumun sonunda korku ancak kafayı kuma gömmeye dönüşür.”
Yani amaç zarar azaltmaksa, tehlikeye işaret ederken, yapabileceklerimize odaklanmak da önemli görünüyor.
Medya, bu noktada yapıcı bir rol oynayabilir: Toplumun kontrol edebileceği noktaları doğru anlamasına ve bu noktalara odaklanmasına katkı sağlayabilir.
Güvenilir bilgi kaynağı nasıl anlaşılır?
Vatandaşlar medyada çıkan haberlerin ve farklı bilim insanlarının söylediklerinin hangisinin daha güvenilir olduğunu nasıl anlayabilir?
Bilimsel dergi isimleri, hangi bilimsel makalenin, bilim insanının kaç atıf aldığı halkın izleyebileceği kriterler değil. Medyada bunlar üzerinden ‘tartışma’ kafa karıştırıcı ve yanıltıcı oluyor. Peki, nelere bakabiliriz? Duyduğumuz bilgilerin doğruluğunu, güvenilirliğini tartmak için işimize yarayabilecek bazı ipuçları var:
- Herhangi bir kişinin her zaman her söylediğini doğru kabul etmemek, onun yerine söylenene bakmak gerekir.
- Söylenenlerin hangi gözlemlere, ölçümlere, kanıtlara dayandığı belirtiliyor mu?
- Hata payları, söylenenin yanlış olma ihtimalleri veriliyor mu?
- Açık, basit ve net, jargon kullanmayan bir anlatım var mı? (Her bilimsel konu halkın anlayabileceği şekilde anlatılabilir.)
- Bizi rahatlatacak, endişeleri kaldıran beyanlara daha kolay inanırız, inanmak isteriz. Onun için kendi inanma sebebimizi de anlamaya çalışalım. Meselâ “merak etmeyin 30 yıl deprem olmayacak” diyenlere özellikle dikkatle yanaşmalıyız; hele bunun için bilim topluluğunun süzgecinden geçmiş kanıt sunmuyorlarsa, sadece münazara, tartışma, karşı savı söyleyenlerle ilgili ithamlarda bulunuyorlarsa…

Ne biliyoruz? Ne yapabiliriz?
Evet, Türkiye bir deprem ülkesi, faylarla dolu. Ama bilimsel veriler ve aşağıdaki dünya haritası bize gösteriyor ki, dünyanın pek çok bölgesinde bizdekilerden çok daha büyük yıkıma yol açma potansiyeli olan fay hatları, deprem ihtimalleri söz konusu.

Yani bizim ülkemizdeki depremlerin olası etkilerini sınırlandırmak mümkün.
Yeniden bildiğimiz şeylere ve yapabileceklerimize odaklanırsak:
Ne biliyoruz?
İlk olarak, Türkiye’nin hemen her yerinde deprem olabileceğini biliyoruz. 1900’den bu yana olan depremlere baktığımızda (resim) yıkıcı depremlerin çok sayıda ve Türkiye’nin neredeyse tamamında olduğunu görebiliriz.
Deprem bilimci, Bilim Akademisi üyesi Naci Görür’ün de sıkça vurguladığı gibi, “ancak bu hazırlığı hayatımızın bir parçası haline getirirsek depremi hazır olarak karşılayabiliriz.”
Yani büyük depremlerin tam ne zaman olacağını bilmiyorsak da önemli olan kendimizi, yaşadığımız yerleri depreme dayanıklı hale getirmek, deprem olduğunda hayatta kalmak için gereken bilgilere sahip olmak ve tedbirleri almaktır.
İkinci olarak, her ölçekte alacağımız önlemlerin ve yapacağımız hazırlıkların zarar azaltmada önemli bir etkisi olduğunu biliyoruz. Büyük depremlerde yaralanmaların önemli bir kısmının önlenebilir olduğunu biliyoruz.
Ne yapabiliriz?
Bu iki konuda da yapabileceklerimiz var.
Öncelikle, her fırsatta, her ölçekte ve ortamda güvenliğimizi talep edebiliriz.
Hükümet ve yerel yönetimlerden yangın ve deprem güvenliğinin denetlenmesi, güncel tutulması ve şeffaf biçimde duyurulmasını talep edebiliriz. Kamuya açık yerlerin, sinema tiyatro eğlence yerlerinin, otellerin vs. güvenli olup olmadığını sorgulayabiliriz. Ev alırken veya kiralarken deprem dayanıklılığını (elimizden geldiğince) önceleyebiliriz, komşumuzun kaçak kat çıkmasına tepki gösterebiliriz...
Hükümet ve yerel yönetimlere deprem bilgi ve tedbirleri konusunda baskı yapabiliriz. Seçimlerde oyumuzu buna göre kullanabiliriz.
İkinci olarak da, rahatsız edici de olsa deprem gerçeğini inkâr etmeyip bu konuyu ailemizle, arkadaşlarımızla, komşularımızla, mahallemizdekilerle konuşmakla işe başlayabiliriz.
Deprem sırasında yaralanmaya yol açacak unsurları ortadan kaldırabiliriz. Olası senaryolara göre acil durum planları yapabiliriz. Deprem sırası ve hemen sonrasında neleri yapabileceğimizi öğrenebiliriz. İlk yardım eğitimlerine veya afetlerde zarar azaltma, hazırlıklı olma konusunda eğitimlere katılabiliriz. Mahalle ölçeğindeki örgütlenmelere ön ayak olabilir veya katkı sağlayabiliriz.
Enerjimizi aslında neye harcamalıyız?
Doğa olayları kaçınılmazdır ama afetler büyük ölçüde önlenebilir. Afet, bir doğa olayının, insanların yaşamını, sağlığını, altyapıyı ve toplumsal düzeni ciddi şekilde etkilemesiyle oluşur.
Dünyada birçok deprem ülkesi afetleri önleyebiliyor. Bu ülkelerde olan büyük depremler büyük felaketlere dönüşmüyor, bu ülkeler kısa sürede yaralarını sarıp normale dönebiliyor. Bu da gösteriyor ki, insanlık olarak depremlerin felakete dönüşmesini engelleyecek bilgiye sahibiz.
Enerjimizi bu bilgiyi kullanarak somut adımlar atılmasını talep etmeye, kendi üzerimize düşenleri yapmaya, hatta belki de örgütlenme ve dayanışmayla yaratıcı çözümler üretmeye harcarsak daha verimli sonuçlar elde edebiliriz.
Bilim Akademisi Yayınları’nın "Ne yapabiliriz?" sorusunu çok daha geniş perspektiften ele alan ve çok sayıda uzmanın katkı yaptığı iki kitabına buradan ulaşabilirsiniz.