“Aile” kelimesinin kolektif zihinde öncelikli olarak sıcak duyguları çağrıştırdığını, çünkü aile deyince akla önce “yuva” fikrinin geldiğini ve her canlının korunma içgüdüsüyle o yuvaya muhtaç olduğunu ve pek çok şeysiz olunduğunu ama “yuvasız” olunamadığını biliyor ve bilmekle kalmıyor derinden hissediyorum. Olmam gereken yerdeyim, olduğum gibiyim ve bu halimle seviliyor ve korunup kollanıyorum. Bu duygu sanıyorum insanoğlunun hayatta kalması ve “tatmin edici” bir hayat sürmesi için en birincil duygu.

Bir insan yavrusunun dünyası her şeyden önce şu minicik yeterlik hissinin üzerine inşa ediliyor: “Annem ve babam yanımda ama en çok annem.” Beni dünyaya getiren insanların yanında nasıl biri olduğum, onların bana nasıl davrandığı, benim gelecekte kim olduğumu belirliyor. 

Bu sindirmesi kolay olmayan hakikat çok büyük bir etki alanına, bir o kadar da risklerle dolu bir yere işaret ediyor. Çünkü aile, evet, hem yuvamız, ait olduğumuz yer, hem de ekseriyetle -çoğu kez farkında olmadan- “soft torture” dedikleri şeye maruz bırakıldığımız bir topluluk. (Burada psikolojik veya duygusal baskı yoluyla bir kişiyi rahatsız etme veya tahammül sınırlarını zorlama kastedilmektedir.) Benliğimizin türlü potansiyelle şişkin bir tohum olarak içine -çoğunlukla tesadüfen- düştüğü toprak. Ama işte bazen o toprakta bazı şeyler yolunda gitmiyor. Toprak senin tohum varlığının üzerine titremekten geri durabiliyor; seni “yeterince” beslemiyor, susuz bırakıyor, besliyorsa da bir gün büyüyüp açtığın çiçeği beğenmiyor, diyor ki biz hepimiz böyle açtık, sen ne diye eski köye yeni adet getirdin de öyle açtın. Bu ne biçim çiçek!