
Mastermind
/ˈmɑːstəmaɪnd/
(Bir işi) ustaca planlayan, tasarlayan kişi. Beyin.
Amsterdam’da, Van Gogh Müzesi’nin önünden geçerken binaya şöyle bir baksanız, çatıya yakın bir pencere olduğunu muhtemelen fark etmezsiniz bile.
Böyle küçük bir ayrıntı, ancak kendini “hırsızlık için doğmuş” olarak tanımlayan ve 2002 yılında müzeden iki tablo çalmayı başaran Octave “Oky” Durham gibi biri için bir fırsata dönüşebilir. Öyle değil mi?
Peki ya mesleğiniz hırsızlık olmasa da gittiğiniz bir müzenin ya da galerinin duvarlarında sergilenen tabloları kolayca alıp gidebileceğinizi fark etseniz? O zaman filmlerdeki gibi bir soygun planlamayı düşünür müsünüz?
Bu soruya cevabınız hayırsa ve hırsızlık denince aklınıza ilk gelenler, dudak uçuklatacak kadar kapsamlı planlar, son derece işinin ehli bir ekip ve arka planda soygunu baştan sona tertip eden olağanüstü bir beyinse, bildiklerinizi unutun.
Çalınan 700 binden fazla sanat eseri
Zira gerçek soygunlarla, soygun filmlerinin yıllarca bize bellettiği klişeler arasında büyük farklar var.
1962 yapımı ilk James Bond filminde Doktor No’nun gizli karargahında gördüğümüz Goya’nın kayıp Wellington Dükü portresinin, aslında emekli bir otobüs şoförü tarafından plansız çalınmış olması gibi mesela.
Tabii konu özellikle sanat eseri hırsızlığıysa, genel olarak hepimizde bu tarz düşüncelerin oluşmasının tek sebebi Hollywood sineması değil.
Yazılı ve görsel basında çıkan haberlerin sansasyon yaratmaya yönelik dilinin ve olayları yansıtma şeklinin, bu konuda klişe filmlerden geri kalır yanı yok. En çarpıcı örneklerinden birini geçen ekim ayındaki Louvre Müzesi soygununda gördüğümüz gibi, gerek sanat eserlerine yaklaşım, gerekse bu eserlerin çalındığı soygunların medyada haberleştirilme şekli, maddiyat üzerine kurulu bir şablonun, farklı bağlamlarda tekrarından ibaret sanki.
Belli sanatçılar için müzayede salonlarında elde edilen rekor satış rakamları, sanat piyasasının ulaştığı yıllık hacim ya da bilmem hangi müzenin bilmem hangi esere ödediği milyonlar üzerine haberler, sanatla, sanatçıyla ilgilenmeyen insanları, herkesin konuşmayı sevdiği finansal konulardan yakalamayı hedefliyor.
Dolayısıyla bir müze soygunu haberi yapıldığında, olayın nasıl gerçekleştiğinden önce, çalınan eserlerin kaç para ettiği sorusu önem kazanıyor.
Miktar ne kadar büyük olursa da soygunun bir o kadar inanılmaz, hırsızların da o denli "profesyonel" olması şart oluyor.
Medyada ağırlıklı olarak çok yüksek fiyatlara alıcı bulan sanatçılarla ilgili soygun haberlerinin yankı bulması, eserleri çalınanların yalnızca sanat dünyasının süper starları olduğu kanısını da beraberinde getiriyor.
Oysa küçük müzelerde, galerilerde, hemen her hafta yaşanan irili ufaklı hırsızlıklar pek ses getirmezken, kayıp sanat eserlerini takibe alan Art Loss isimli kuruluşun veritabanında, çalınmış ya da yağmalanmış 700 binden fazla eserin kaydı var.
Gerçi hırsızların, çok tanınan sanatçıların çok bilinen eserlerine ilgi duyması ve büyük soygunların tekrar tekrar aynı isimler etrafında dönmesi, hiç karşılaşılmayan bir durum da değil.
Nihayetinde sanat eseri çalmak, sanat tarihini iyi bilmeyi ya da genelde klişe filmlerde hırsızların gösterildiği gibi sanat aşığı filan olmayı gerektirmiyor.
Bunu bir iş olarak görenler, en başta daha çok kazanç getirecek olduğunu düşündükleri isimlere yöneliyor.
Büyük soygunlar ve bir şüpheli olarak Picasso
Dilerseniz burada biraz durup, savaşlar ve işgaller dışında kalan büyük hırsızlıklara, çalındığında çok ses getiren belli başlı eser örneklerine bir göz atalım.
Bugüne kadar çalınmış en bilinen ve en değerli eser olarak tarihe geçmiş olduğunu söyleyebileceğimiz Mona Lisa, listenin başında yer alıyor.
Tabloyu 1911 yılında çalan, Vincenzo Peruggia ismindeki bir İtalyan. Louvre Müzesi’nde de çalışmış bir boya ve cam ustası.
Ancak soygundan sonra şüphelenilen isimler arasında en dikkat çekeni, kısa süre içinde 20. yüzyılın belki de en önemli ressamı olarak tanınacak olan Picasso.
Ressamın ilk meşhur tablosu “Les demoiselles d’Avignon” için ilham kaynağı olarak kullandığı bilinen ve 1907 yılında yine Louvre Müzesi’nden çalınmış olan heykellerse, en başta kendisinden şüphelenilmesinin ve zorlu bir sorgudan geçirilmesinin sebebi.
Mona Lisa, çalındıktan iki sene sonra İtalya’da, hırsızının yatağının altında bulunmuş ve Fransa’ya iade edildikten sonra, aslında biraz da bu soygun sayesinde, sadece Louvre Müzesi’nin değil, dünyanın en meşhur tablosu haline gelmiş.
İşin daha enteresan tarafı, günümüz itibarıyla Picasso’nun bugüne kadar en çok eseri çalınmış sanatçı olması.
Tam 1147 tablo, desen, heykel ve seramikten oluşan uzun bir listeyle, rekoru elinde bulunduruyor.
Eserlerinin çalındığı en meşhur soygunlardan biriyse, ölümünden kısa bir süre sonra 1976 yılında açılan bir sergi sırasında gerçekleşiyor.
Hırsızlar bir seferde sanatçının tam 119 eserini, serginin yapıldığı saraydan almayı başarıyorlar.
Üstelik, çalınan eserler arasında biraz yukarıda bahsettiğimiz “Les demoiselles d’Avignon” tablosu da var.

Defalarca çalındığı için Guinness rekorlar kitabına giren eserse, Rembrandt‘a ait bir tablo.
III. Jacob de Gheyn’in portresi isimli eserin, dördüncü kez çalınmasının ardından “paket servis Rembrandt” ismiyle anılmaya başlanması, sergilendiği müzenin müdürünü, tabloyu bir dönem kilit altına almak zorunda bırakmış.
Genel olarak çalınan sanat eserlerinin ancak yüzde 10’luk bölümünün sahiplerine iade edildiği düşünülürse, eserin her seferinde bulunarak müzeye geri getirilmesi büyük şans.
Ancak, sanatçının çalınan onlarca eserinin hepsi için aynı şeyi söyleyemiyoruz maalesef.
Rembrandt’ın henüz bulunamamış eserleri arasında en meşhuru, “Celile Denizi’ndeki Fırtına”.
1990 yılındaki, meşhur Isabella Stewart Gardner Müzesi soygununda çalınmış eserin en önemli özelliğiyse, sanatçının yegâne deniz manzarası tablosu olması.
Bahsettiğimiz soygun, bugüne kadar aydınlatılamamış en büyük sanat eseri soygunu olarak düşünülüyor.

Bu soygunda çalınan ve hâlâ kayıp olan eserlerden biri de Hollandalı 17. yüzyıl sanatçısı Vermeer’in “Konser” isimli tablosu.
Vermeer Den günümüze yalnızca 34 eser kalmış olduğu için de, bu tablo, tüm kayıp sanat eserleri arasında en değerli olanı kabul ediliyor.
Yüceltilmemiş soygun
Şimdi, gerçek hayattan verdiğimiz bu örneklerle, Hollywood sineması ve medyanın yarattığını söylediğimiz algı ışığında, aykırı fakat gerçekçi bir yaklaşıma, The Mastermind filmine bir bakalım isterseniz.
Yönetmen Kelly Reichardt, bir müze soygununu Hollywood filmlerinden alışık olduğumuz idealize edilmiş, gerçek dışı durum ve karakterlerden arındırıp, gerçek hayatta meydana gelebileceği şekilde ekrana taşıyor.
Filmin adındaki tatlı ironiyle başlamak üzere, anlatımın hızından, ana karakterin kişiliğine kadar birçok detay, sanat hırsızlığı ve soygun filmine dair kafamızdaki beklentilerle tezat oluşturur nitelikte.
Zaten senaryoda da 1972 yılında Massachusetts Eyaleti’nde, hatta filmin geçtiği kente yarım saat mesafede yaşanmış Worcester Sanat Müzesi soygunundan esinlenilmiş.
Gerçek soygunun mimarı, Florian “Al” Monday isminde eski bir müzisyen. Filmde Josh O’Connor’un canlandırdığı, küçük bir şehirde yaşayan, güzel sanatlardan terk, borç batağında, yarı işsiz bir aile babası olan J. B. Mooney gibi, pek de suç dünyasında görmeyi bekleyeceğiniz türden bir figür değil yani.
Müzede bulunan Gauguin, Picasso ve Rembrandt’a ait dört tabloyu çalmaları için iki profesyonel hırsızla anlaşan Monday, genç hırsızların gittikleri bir barda, gerçekleştirdikleri soygunun haberini televizyonda gördüklerinde böbürlenmeleri sonucu yakayı ele vermiş.
Alın size, mükemmel planlanmış bir iş ve o işin muhteşem beyni!

ÖZEL BİR HEDİYE
Şimdi MUBI'de The Mastermind ve daha bir çok harika yapımı Fayn okurlarına özel ilk 30 gün ücretsiz üyelik fırsatıyla izleyin.
ŞİMDİ İZLEKelly Reichardt’ın, sansasyonel bir soygun hikayesi anlatmaktan kaçınma konusundaki titizliğine bir örnek de filmde çalınan tabloların ait olduğu sanatçı seçimi.
Yönetmen, verdiği röportajlarda, Arthur Dove’yi seçmeden önce birçok sanatçıyı düşündüğünü, ancak hikâyeyi gölgede bırakacak kadar bilinen bir ismi özellikle tercih etmediğini belirtiyor.
Medyada genel olarak yalnızca eserleri milyonlara satılan sanatçılarla ilgili soygun haberleri yankı bulduğu için, bu tercih filmin gerçekçiliği açısından epey önemli.
Yine ana karaktere dönecek olursak, bize film boyunca müthiş bir sıkışmışlık hissi veren J. B. Mooney gibi birinin neden böyle bir soyguna kalkıştığı sorusu akla gelebilir. Burada yine gerçek hayattan bir sanat hırsızının hikâyesine değinmek belki bize biraz ışık tutar.
Çaldığı eserleri hiç satmayan hırsız
Stéphane Breitwieser, amatör sayılamayacak, ancak tam olarak profesyonel de diyemeyeceğimiz, enteresan bir hırsız.
Yakalandığında, altı yedi yıllık bir süre içinde, Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki 172 müzeden, 239 eser çaldığını itiraf etmiş.
Sonradan yazdığı kitaptaysa, çaldığı eser sayısının 300’ün üzerinde olduğunu belirtiyor.
Böyle birine neden tam anlamıyla profesyonel diyemediğimizi soracak olursanız, Breitwieser bu eserlerin hiçbirini satmamış.
Yoksulluk sınırında yaşayan, düzenli bir iş sahibi olmayan bu genç adam, değeri tahmini olarak iki milyar euroya varan ganimetini, kendi özel müzesini oluşturmak için saklamış.
Yine filmlerde gördüğünüz, eksantrik, sanat aşığı milyarder tiplemesi canlanmasın gözünüzde.
Bu kişisel müze bir şatoda filan değil, kendisinin de yaşadığı, annesine ait evin çatı katında.
Breitwieser, İsviçre’de yakalanıp hapse girdiğinde, annesi evdeki bütün eserleri ya evinin yakınındaki kanala atmış ya da yakarak imha etmiş.
Kanala atılan eserlerden de, yalnızca 110 kadarı kurtarılabilmiş.
Hapisten çıktıktan sonra, bu inanılmaz hırsızın yeniden çalmaya başladığı, ancak bu sefer işi ticarete de döktüğü için, kısa sürede tekrar yakalanıp ceza aldığını söylersek, belki biraz kafanız karışabilir.
İşte, pek de yoksul ve dezavantajlı bir yaşamı olmadığı halde, bize film boyunca müthiş bir sıkışmışlık hissi veren J. B. Mooney de yukarıdaki örnekte olduğu gibi, herhangi bir kategoriye koyulması zor biri.
Josh O’Connor’un üst düzey oyunculuğundaki nüanslar ve Rob Mazurek’in filme damgasını vuran jazz müziği, karakterin duygu durumuyla ilgili ipuçları verse de, film boyunca J.B.’nin davranışlarıyla ilgili ne düşüneceğinizi bilemeyeceğiniz bir yerde tutuluyorsunuz.

Yani son derece abartısız bir karakter, hep bir muamma olarak kalıyor.
Belki de bir işin beyni olmak, kalbi bir kenara bırakmayı gerektirdiğindendir.
Kim bilir?

ÖZEL BİR HEDİYE
Şimdi MUBI'de The Mastermind ve daha bir çok harika yapımı Fayn okurlarına özel ilk 30 gün ücretsiz üyelik fırsatıyla izleyin.
ŞİMDİ İZLEAyda 57 TL'den başlayan seçeneklerle Fayn'a abone olarak bağımsız yayınlarımızı destekleyebilir, her hafta yeni eklenen özel içeriklerimize sınırsız erişebilirsiniz.
