Malum, felsefenin ana sorularından biri nereden geldik, nereye gidiyoruz? Dan Brown son romanı Sırların Sırrı’nda bu soruya yanıt arıyor. Eninde sonunda yani ölünce bu sorunun yanıtını öğreneceğimizi ama kimseye söyleyemeyeceğimizi iddia ediyor.
Brown’un önermesi hiç yeni değil aslında. Ama bunu günümüz terminolojisiyle anlattığı ve işin içine heyecanlı bir polisiye kattığı için okutuyor mu okutuyor.
Brown’un iddiası şu, ama bu bir spoiler değil, bilinç beynimizde gelişmiyor. Hepimiz büyük bir bilincin bir parçasıyız ve radyo alıcıları gibi, bu büyük bilinçle ilişki içindeyiz. Ölünce de tekrar bunun bir parçası oluyoruz.
Kitapta epey bir güncel bilimsel deneye, her zaman olduğu gibi sembollere, sanat eserlerine atıflar var. Zor ve düşünmekten çoğu zaman kaçındığımız bir gerçeği tatlı tatlı anlatıyor Brown.
Bilim felsefesini de tartışıyor. Zaten kitap Nicola Tesla'dan bir alıntıyla başlıyor:
“Bilim fiziksel olmayan olayları incelemeye başladığı gün, önceki yüzyıllarda gösterdiği ilerlemenin daha fazlasını bir on yılda kat edecektir.”
Kitabın başka bir artısı da anlatısının Prag’da geçmesi, okuyanı o güzelim şehirde bir geziye çıkartıyor yazar.
Fayn’a göre kitapta iki sıkıntı var:
- Aralara reklam yerleştirmesi. Brown’un her zamanki kahramanı Robert Longdon’un giydiği markalardan bize ne, diye düşündürmüyor değil. Bu rahatsızlık verici bir boyuta gelebiliyor bazen.
- Bir de Brown ele aldığı meseleyi, Hristiyanlığa, Yahudiliğe, Budizme ve başka öğretilere referans vererek anlatıyor ama niyeyse, Mevlana’ya ya da hepimiz biriz diyen sufizme referans vermeye bir türlü eli gitmemiş.
Yine de okunabilir ve ortamlarda hoş tartışmaların kapısını aralayabilir. 654 sayfalık kitap, Altın Kitaplar yayınevinden Petek Demir ve İpek Demir çevirisiyle çıkmış.