6 Şubat depremlerinin üzerinden 2 yıl geçti. Binlerce ölü, yaralı, engelli, evini, şehrini terk etmek zorunda kalmış, sevdiklerini kaybetmiş insan… Hem depremi yaşayanlarda hem de ülkenin geri kalanında ise en hakim duygu muhtemelen çaresizlikti. 17 Ağustos 1999 Marmara depreminden sonra da aynısını hissetmiştik; o dönemde sürekli tekrarlanan “Bir daha asla” sözleri tamamen boşa çıktı.

6 Şubat’tan sonra da, bir daha aynı “insan kaynaklı” faciaların yaşanmaması için tedbirlerin alınacağını düşündük, umduk ama öyle olmadı. Neden? Ne yapılmalıydı? Neden yapılmadı? Bu soruları düşünmemek imkansız.

77 yaşındaki Prof. Dr. Naci Görür hayatını deprem dirençli kentler oluşturma bilincini yaymaya adadı. Hemen her gün Türkiye’nin bir köşesine gidiyor, yayınlara çıkıyor, sosyal medyada aktif bir şekilde meramını anlatıyor, kitaplar yazıyor. Yetkililere, halka sesini duyurmaya çalışıyor. Biz de 6 Şubat’ın ikinci yıldönümünde onun kapısını çaldık.

6 Şubat depremlerinden sonra ne olmalıydı?

Bir şey yapmak için 6 Şubat'ı beklemek gerekmezdi. Cumhuriyet döneminde çok büyük depremler yaşandı. Cumhuriyet döneminden beri, 1939'dan beri, hiçbir hükümet yeterince, gereğince, bilimin ışığı altında, bilgi toplumu olmanın gereğiyle, çağdaş bir devlet, millet olarak depremlere karşı gereğini yapmadı. Hem de yapılacak çok şey olduğu halde.

Bizde en büyük depremlerden biri 1939 Erzincan depremidir. 40 bin kişiye yakın can kaybı verdik, bütün Erzincan ve çevresi yerle bir oldu.

O tarihlerde bilim, teknoloji belirli ölçüde ilerlemiş, dünyada bilgi toplumları, bilimle yönetilen ülkelerde depreme karşı bir aydınlanma olmuştu ve hızla kendi ülkelerini depreme hazırlıyorlardı. Özellikle de Avrupa'da, Amerika'da… 

O zaman bu konuda bizde de 1940’larda, 60'larda, 70'lerde, 80'lerde pek çok bilimsel makale yayınlandı. Bilim dünyası şunu söylüyordu; Kuzey Anadolu Fayı depremleri doğudan batıya doğru taşıyor, Erzincan'ın batısındaki Kuzey Anadolu Fayı boyunca olan kentlere dikkat edin, buraya deprem geliyor. Ve depremler geldi. Hiçbiri beklenmedik değildi.

1939’dan bugüne hep birbirlerini tetikleyerek adım adım geldi depremler…

Evet. 1939 Erzincan, 1942 Niksar, 1943 Erbaa, 1957 Abant, 1967 Adapazarı, 1999 Kocaeli… Doğudan batıya doğru büyük depremler kırıla kırıla fay geldi. Bunlar hep söylenildi, yazıldı, çizildi. Ama bu yazmak, çizmek bizim ülkemizde halkın duymadığı bir şey, bir türlü halka ulaşıp meseleyi anlatamıyorsun. Yönetimle de bir diyaloğun, bir iletişimin olmuyor. Sen istediğin kadar söyle, yaz, televizyonda anlat, gazetede demeç ver, seni duyan yok. Çünkü özellikle duymak için spesifik bir yapı yok.

Bizde deprem meselesine bakış, anlayış nasıl?

1939'dan yaklaşık 2010'a kadar anlayış şuydu; deprem Allah'tan gelen bir şey. İnsanın elinden bir şey gelmiyor, yapacak da bir şey yok. Depremler olur, kaderimizdir. Deprem olduktan sonra çizmeleri giyeriz, deprem bölgesine gideriz. Orada halka “Türkiye Cumhuriyeti, devleti, hükümeti büyüktür, güçlüdür. Sizi aç susuz bırakmaz. Çadırlar kurulur, geçici konutlar yapılır. Ondan sonra da konutlar yapmaya başlanır. Yarayı biz en kısa zamanda sararız.” denirdi.