Hayatım boyunca hiç oyuncu bir insan olamadım.

Kendini bir oyuna hırsla, heyecanla kaptıranlara gıptayla baktım. Saatlerce konsantre bir biçimde bilgisayar oyunu oynayanlar; monopoly, okey ya da poker fark etmeksizin tüm zihnini oyuna verebilenler bana hep çok uzak bir alemden gibi geldi. 

Açıkça söylemek gerekirse, oyun oynarken zamanın su gibi aktığını düşünenleri de hep kıskandım. Çok dinlendirici olduğuna eminim zira.

Oysa benim için oyun su gibi akmak bir yana, “bitse de gitsek” dediğim bir etkinlik oldu hep. 

Ta ki birkaç gün önce yaşadığım bir deneyime kadar…

Çok sevdiğim bir arkadaşımın “Cumartesi günü, saat 14:00’te, Nişantaşı’nda Oyun Atölyesi’ne gidiyoruz, ona göre” mesajına tamam demiştim. Ama itiraf ediyorum ne mesajları doğru düzgün okumuş ne de içeriğe dikkat etmiştim.

Biz koca koca yetişkinler olduğumuz için herhalde dümdüz oyun oynamak söz konusu olamazdı, muhtemelen atölyenin sonunda birtakım soruları cevaplamamızı isteyeceklerdi. Belki de bilimsel bir psikoloji araştırmasına sadece oyun oynayarak katkı sağlayacaktık. İşte aklımda bu düşünceler ve sıfır beklentiyle düştüm yola.

Düşününce, aslında oyun oynamanın mantığına uygun bir ruh haliyle gitmişim oraya. Hiçbir beklenti olmadan, sonunda ne olacağını düşünmeden, kazanmayı amaçlamadan eğlenmek, kendini bırakmak, akışa kapılmak… Ama bu halden o kadar uzak, o kadar alışkınız ki performans koşullandırmalarına… Bizi karşılayan ferah ve huzurlu salona geçtiğimizde herkes peş peşe benzer sorular sormaya başladı: “Peki amaç ne? Ne yapacağız? Kazanana ne olacak?” Projenin fikir annesi, yürütücüsü Naz Yazıcı, nam-ı diğer OyunbazNaz, sakince gülümsedi ve neler yapacağımızı tane tane anlattı. 

Yaklaşık iki saat sadece oyun oynadık; eğlenceli, bazen düşündürücü, hareketli… Şimdi oyunlar hakkında ipucu verip işin tadını kaçırmayayım ama bazılarının zaten bildiğimiz ve çocukluğumuzdan tanıdık oyunlar olduğunu söyleyebilirim. Bazıları da “Hımmm nasıl yapsak şimdi” diye düşündüren cinstendi.

Ve ben o iki saat boyunca, hayatımda ilk kez oyuncu oldum, sıkılmadım, başka hiçbir şey düşünmeden kendimi oyuna kaptırdım. Normal hayatıma dair tüm yapılacaklar listelerini, ülke gündemine dair tüm iç karartıcı haberleri unuttum.

OyunbazNaz’a biraz kulak verince neden böyle hissettiğimi anladım. Naz Yazıcı, 14 yıllık bir psikolog. Kamuda ve özel sektörde, ruh sağlığı ve bağımlılık alanlarında uzun zaman çalışmış. Özellikle şiddet ve psikotik bozukluklar konularında uzmanlaşmış. Son yıllarda psikolojik sağlamlık ve yaşam becerileri üzerine odaklanan çalışmalar yapıyor. Bir yandan da danışanlarına hizmet veriyor. 

Yazıcı, yıllar içinde edindiği tecrübeyle klasik terapi yöntemlerinin yetmediğini düşünmüş. Başka yollar ararken de “oyun” ile tanışmış. Devamını ona sorduk. 

“OyunbazNaz” tam olarak nedir? Bu fikir nasıl ortaya çıktı?

OyunbazNaz, yetişkinler için tasarlanmış oyun temelli atölyelerden oluşan bir proje. Saf oyunun, yani hiçbir performans beklentisi olmadan oynanan oyunun, psikolojik iyilik halini etkileyebileceğini keşfettikten sonra ortaya çıktı. Kaygı çağında yaşıyoruz. İnsanlar sürekli “doğru hissetme, doğru yaşama” baskısıyla kuşatılmış durumda. Klasik terapi ekollerinin her durumda her hastaya iyi geldiğini iddia edemeyiz. Bunu meslektaşlarım eminim iddialı bulacaklardır; ancak bireyci kültürlerde doğup geliştirilen terapi ekollerinin kolektif kültürlerde çok iyi çalıştığını düşünmüyorum. Kültürler farklı, dertler ve dertlenmeler farklı.

Sözün özü, bu fikir, klasik terapi yöntemlerinin yetmediğini düşündüğüm yerde, başka yollar ararken doğdu. Metin And’ın Oyun ve Bügü isimli eseri ilhamımdır diyebilirim. Onun açtığı kapıdan girdiğim oyun dünyası beni kelimenin tam anlamıyla büyüledi. Sanırım en şaşırtıcı olan da, uzakta, yepyeni ve bilinmedik bir yöntem ararken, aslında dermanın hemen yanı başımda olmasıydı. Oyun, tüm etkileyiciliği ve azametiyle meğer hep orada bir yerdeymiş.