Ne güzel yetimizdin sen, ucuz mu pahalı mı ayırt edebilmek. Yavaş yavaş kaybolup gittin zihinlerimizden. Sen varken harcamalarımızı kontrol edebiliyorduk, akıllı alışverişler yapıp mutlu olabiliyorduk. Tabii o zamanlar ortalama düzeydeki maaşlarımızla kiramızı ödeyebiliyor, temel ihtiyaçlarımızı alabiliyor, haftada bir arkadaşlarımızla buluşup eğlenebiliyor, sinemaya, tiyatroya, konsere gidebiliyor, hatta tatile bile çıkabiliyorduk. Lükslerimiz yoktu belki ama şöyle ya da böyle geçinebiliyorduk. Hey gidi günler…
Sonra pandemi girdi hayatlarımıza, her anlamda alt üst olduk, mücadele ettik. Hemen ardından da yüksek enflasyon sardı hayatlarımızı. Onunla da mücadele ediyoruz, ölmüyoruz belki ama zor yaşıyoruz.
Örneğin maaşlı bir çalışan işini en iyi şekilde yapmaya çalışıyor, başarılı da; ama emeğinin değeri bir fincan kahvenin fiyatı kadar artmıyor. Daha fazla çalışıyor, iş-özel hayat dengesi yerinden oynuyor ama yine de çok istediği bir konsere gidemiyor. Alım gücü günden güne erirken ekonomik belirsizlikler artıyor. Satın aldığı bir şeyi bir ay sonra tekrar aldığında fiyatının artacağı öngörüsüyle birkaç tane birden alıyor. Ama evdeki hesap bir türlü çarşıya uymuyor. Ay sonu, takvimlerin gösterdiğinden çok önce geliyor…
O da tamam, bu da tamam
Senin kaybolmaya başladığını şöyle anladık fiyat algısı: Her şeyin pahalılaştığı günlerde yaptığımız market alışverişinde torbamız tam dolmamışken ödediğimiz paraya epey şaşırıyorduk. “Bir şey de almadım ama neden bu kadar tuttu” diye fişlerimizi kontrol ediyorduk. Şimdilerde buna da alıştık, aldığımız ürün ya da hizmetin pahalı mı yoksa ucuz mu olduğunu değerlendiremez olduk, çünkü kıyaslayamıyoruz.


