İstanbul ile çoğumuzun aşk ve nefret ilişkisi var. Bir yandan dünyanın en güzel şehirlerinden birinde yaşadığımızı düşünüyoruz ama bir yandan da yapılaşmadan, gürültüden, ekonomik koşulların da etkisiyle her anlamda şehrimizin çekilmez hale geldiğinden şikayet ediyoruz.
İstanbul şehrinden kaçan kaçana, ama bir de kalıp ne olursa olsun erguvanların tadını, şehrin canlılığının neşesini sürdürmek isteyenler var.
Hem de adil ve erişilebilir bir biçimde. Peki ama nasıl olacak bu? Nasıl bir planlama, şehre yapılan yanlışlardan dönmeyi sağlayabilir?
İstanbul’un fethinin yıldönümünde şehir plancısı Dr. Tuğçe Tezer ile tüm bu soruların yanıtlarını aradık. Kentimizi, planlamasını ve onun için neler yapılması gerektiğini ve ona yapılan ihanetleri konuştuk.
“Basra harap olduktan sonra” anlamında “Bade harabül basra” deyimi var biliyorsunuz. İstanbul’a bakınca Bade harabül İstanbul, diyesi geliyor insanın. Şu saatten sonra İstanbul’u hâlâ adil ve ulaşılabilir olarak planlamak mümkün mü?
Önce bir kente adil ve ulaşılabilir demek için nelere ihtiyaç olduğuna bakalım.
İçinde yaşayan herkesin barınma, ulaşım, sağlık, eğitim gibi temel haklara eşit koşullarda erişebildiği kentlere, adil kent diyoruz. Adil bir kentte, sosyal ve mekânsal eşitsizliklerin giderilmiş olmasını bekliyoruz.
Ulaşılabilir kent ise, tüm nüfusun kentte yer alan bütün olanaklara erişebildiği ve kent içinde rahatça hareket edebildiği kent anlamına geliyor. Burada esas mesele, herhangi bir engeli olan, farklı yaş, cinsiyet, gelir gruplarından olan herkesin tüm olanaklara eşit ulaşabilmesi.
İstanbul’un mevcut durumuna, adil ve ulaşılabilir bir kent olması potansiyeli açısından bakınca bazı olumlu ve olumsuz özellikleri olduğunu görüyoruz.
Nedir o olumlu ve olumsuz özellikler?
İstanbul, Eminönü, Sultanahmet gibi tarihi merkezleri dışında doğu-batı yönlerinde lineer ve Kuzey Ormanları yönünde dağınık şekilde büyüyen bir kent. Anadolu ve Avrupa yakaları Boğaz hattıyla bölünüyor, eğimli topoğrafyası ise bazı erişim zorluklarını beraberinde getiriyor.
Öte yandan İstanbul’un plansız gelişme öyküsünün uzun bir geçmişi var. Kent toprağının değerli olması yüksek yapılaşma baskısına, bu da doğal alanların tüketilmesine neden oluyor.
Ulaşım sorunu ise 1970’lerden itibaren gelişen karayolu ulaşımı teşvikleriyle giderek özel araçlara dayalı hâle gelen, büyük zaman kaybına, ekolojik zararlara, trafik stresine neden olan bir konu. Öte yandan toplumun bütün kesimlerini kapsayacak nitelikli ve modern bir toplu taşıma sisteminin entegrasyonunun kent bütününde yeterince yaygınlaşamamış olması, diğer bir ulaşım sorunu.