İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve 100’e yakın çalışma arkadaşının gözaltına alınmasıyla başlayan süreç, toplumdaki kutuplaşmayı iyice gün yüzüne çıkardı. Siyasal tartışmalar hızlandı. Süreç, farklı kesimlerin talep ve şikayetlerini dile getirdiği protestolara neden oldu. Siyasetin dili de keskinleşti. 

DEM Partisi Milletvekili Sırrı Süreyya Önder için 3 Mayıs’ta Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen anma töreninin çıkışında CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e yumruklu saldırı düzenlendi. 

Tüm bu yaşananların düşündürdüklerini, insanı yalnızca zihinsel süreçleriyle değil, ait olduğu toplumsal dokunun içinde anlamaya çalışan Prof. Dr. Kemal Kuşçu’ya sorduk. 

Prof. Kuşçu’ya göre, toplumsal ilişkilerimizde örtük tehdit gündelik bir hal almaya başladı, bunun asıl kaynağı ise yaşadığımız güven kaybı. 

İstanbul ve Marmara Tıp Fakültelerinde psikiyatri eğitimi aldıktan sonra Londra'da antropoloji ve sistemik terapi üzerine çalışan Kuşçu’yla güvenin nasıl kaybedildiğini, kolektif travmanın bireysel hayatlara nasıl sızdığını ve nasıl onarılabileceğini konuştuk.

Toplum ruh sağlığı alanındaki deneyimleriyle de tanınan Prof. Kuşçu, Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yarı zamanlı öğretim üyeliğini sürdürüyor.

Siyasetin iletişim dilinde, gerek açıktan, gerek küçümseyerek, gerek yok sayarak ama her daim bir şiddet, tehdit dili hakim. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz? 

Güç ilişkileri etrafında kurduğumuz toplumsal ilişkilerimizin birbirini yok sayan veya yıkıcı tonlar seçmesi kaçınılmaz. Bu anlamda güç merkezli ilişkiler farklı biçimlerde şiddeti yeniden şekillendiriyor veya bu duruma  zemin oluşturuyor. 

Şiddet tam da bu noktada farklı şekil ve tonlarla hayatımızın içerisine süzülüyor. Tahmin edersiniz ki, korku ve tehdidi davet eden ilişki biçimi gündelik hayatın her alanına çok hızlı kök salar. Çaresizliğin ve çözümsüzlüğün her noktasında kendi yıkıcı çözümünü oluşturur. Gündelik hayatımızı kapsayan dilimiz bundan nasibini alıyor. 

Hayatımızın her noktasında kullandığımız dil zihinsel dünyamızın en temel yansımalarından biri. Oluşturduğumuz iletişim biçiminin kendisi şiddeti oluşturuyor. Giderek toplumsal ilişkilerimizde örtük tehdit gündelik bir hal almaya başladı. Bu örtük muğlaklık zihinsel anlamda yorumu karşıya bırakan ve karşısındakini korku ve tehdit dünyasında yol bulmaya zorlayan bir yöntem haline geldi. 

Bir toplumu kendi korkularıyla tek başına uzun süre bırakmak hem bireysel düzeyde hem de toplumsal olarak büyük bir sosyal yük oluşturuyor. İlişkilerimizde kullandığımız dil ile ilgili toplumsal olarak temel noktalarda uzlaşmamız gerekiyor.

19 Mart sonrasında bir kesim sokaklara döküldü, bir kesim  evine kapandı. Kimi tepki gösteriyor, kimi ise tepkisiz kalıyor diye suçlanıyor. Toplum olarak içinde bulunduğumuz ruh halinin psikolojide bir tanımı var mı? Başka bir deyişle, biz ne yaşıyoruz?

Öncelikle toplumsal süreçlere psikolojinin katılması konusunda dikkatli davranmak istiyorum. Son yıllarda temel zorlanmalarımızdan biri,  toplumsal ilişkilerimizle ilgili birçok süreci birey merkezli psikolojik kavramlarla açıklamamız. 

Evet, psikoloji kendimizi, ilişkilerimizi anlamamız için değerli bir araç ancak tek başına yeterli değil. Gündelik hayatımızın salt psikolojik kavramlarla açıklanması zaman zaman konunun kendi içinde bir bulanıklık kazanmasını, çıkmaz yaratmasını da beraberinde getirebiliyor. Yaşadıklarımızı yalnızca bireysel düzeyde yorumlayan değil, toplumsal dinamikler eşliğinde harekete geçiren bir yaklaşıma ihtiyacımız var.

“Biz ne yaşıyoruz?” sorusuna gelirsek; ülkemizde çok uzun süredir tek ve kapsayıcı olma iddiasındaki doğrular üzerinden bir toplum inşa edilmeye gayret ediliyor. Bu epey bir zamandır, farklı ton ve şiddette yaşadığımız bir süreç. Ancak geçen dönemde bu inşanın tonu hiç olmadığı kadar keskinleşti. Her tercih, çizilen çerçevelerin dışındaki her bakış dışarıda bırakılmaya gayret ediliyor. Bu yaklaşım giderek toplumun her köşesinde yeniden üretilmeye başladı. 

Büyük doğrular ve onun uzantısı olan kabuller etrafında toplumsal yaşam, insan zihni için büyük bir sancı oluşturuyor kuşkusuz. Gündelik hayatın içerisinde yaşadığımız ‘ölü toprağı hissi’nin altında bu yatıyor. 

Farklı olanın, itiraz edenin hızla ayrıştırıldığı bir gündemin içerisindeyiz. Bu durum insan zihnini çoraklaştırıyor ve ilişkilerine gerilim olarak yansıyor. Bu ortamın her alanda oluşturduğu çelişkilerle baş etmeye gayret ettiğimiz, kişisel dünyalarımızda kendini çabuk tüketen çözümler ürettiğimiz bir süreci yaşıyoruz. Bu durum, geçen yıllarda her anlamda kolektif bir yavaşlamaya neden oldu.