Güvenebileceğimiz hiçbir şey yok.
Fatih Altaylı hakkındaki mahkumiyet kararı bana tam olarak bunu düşündürüyor.
Oysa çok iyi biliyorum, dünyadaki başarılı örnekler de bunu söylüyor, bir ülkede demokrasinin işlemesi, vatandaşların tek tek birbirine güvenmesinden, hemfikir olmasa da birbirlerini anlamasından ve her şeyden önce ülkenin kurumlarına güvenmesinden geçiyor.
İşte bu güven, insana “Bu memleket benim” dedirtiyor.
Tıpkı Fatih Altaylı’nın 8 ay önce Armağan Çağlayan’ın programında, “Ben konuşmazsam, sen konuşmazsan, kim konuşacak? Ben kendimi memleketin sahibi görüyorum. Dükkan benim.” dediği gibi…
Oysa uzun süredir, burası bizim, hepimizin ve güvendeyiz hissini yaşamıyoruz.
Neden böyle düşündüğümü daha doğrusu hissettiğimi daha detaylı bir biçimde anlatmaya çalışacağım. Ama önce minik bir parantez açmak istiyorum.
49 yaşında bir gazeteciyim ve sanırım bugüne kadar hiç kişisel bir yazı yazmadım. İçinden geldiğim, yetiştiğim ve sevdiğim ekol “ben” tonuna uzaktır. Gazetecinin kimliğinin ve duygularının yazdığı haberin, yazının önüne geçmesini onaylamayan bir ekoldür benimki…
O yüzden bu yazıyı bir gazetecilik ürünü değil, samimi bir dertleşme olarak görmenizi isterim. Fatih Altaylı ile mesleki işbirliklerinin yanı sıra, uzun uzun görüş alışverişlerinde bulunmuş, bazen ters düşmüş; gazetecilik üzerine, demokrasi üzerine düşünmeyi borç bilmiş, mesleğine inanmış birinin satırları…
Burada doğmuş, büyümüş, okumuş, içinden geçtiğimiz bu karanlık günlerin etkisiyle göç edenleri anlamış ama kendi adına burada kalmayı tercih etmiş; vergisini veren, ortalıkta kamera, polis yokken de emniyet şeridinden geçmeyen, sıraya kaynak yapmayan, birilerinin hakkına girmekten imtina eden milyonlarca insandan biriyim.
Özgürlük-sorumluluk dengesine inanan, bu dengenin kurulmasında güvenilir kurumlara ihtiyaç duyulduğunu düşünen birinin duyguları anlatacaklarım.
