“Ellerim buz gibiydi ve nabzım uçuyordu. Hem kahramanımla oynuyor olmak hem de Merkez Kort'a çıkmak... İnanması güçtü. Başım dönüyordu."

Wimbledon dendiğinde akıllara aynı anda birçok şey geliyor. 

Merkez Kort. Prestij. Beyaz kıyafetler. Kraliyet Ailesi. Hollywood ünlüleri. Çilek. Çimler. Yeşil çimler. Sararan çimler. Yaş çimler. Kuru çimler. Londra havası. Güneş. Yağmur. Tenis. Tenis. Ve tenis...

Tenis takviminde bu güce sahip bir başka turnuva bulabilmek kolay değil. Öyle ki Roger Federer bile Wimbledon'ın Merkez Kort'una ilk çıkış deneyimini anlatırken en baştaki cümleyi ediyor. O müsabakayı idolü Pete Sampras ile oynaması da muhtemelen bu hislerinde pay sahibidir. Ekselansları, o gün daha sonra burada kazanacağı sekiz şampiyonlukla tekrarlanması güç bir başarıya imza atacağının ve Wimbledon'ın kralı olacağından henüz bihaber.

Beyaz kıyafetler, çilekler ve İngiliz Kraliyeti

İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, Geleneğin İcadı kitabında şöyle der: 

"Dünyada en eski -ve çok geride kalmış bir maziyle bağlantılı izlenimi veren şey, herhalde kamusal törenlerdeki tezahürleriyle Britanya monarşisini kuşatan debdebeli merasimlerdir."