Mayıs ayında Almanya’ya yaptığım seyahatte ikinci el kıyafet ve eşyaların satıldığı bir vintage giyim mağazasına uğradım. Başka bir durağım da bu dükkanın hemen yakınlarındaki bir bitpazarıydı.

Açıkçası ilk kez gittiğim bu şehirde ne yapacağımı tam olarak planlamamıştım. Orada yaşayan arkadaşımın rutinine birkaç günlüğüne dahil olmak istemiştim sadece. 

Şehirde nasıl vakit geçireceğimi keskin çizgilerle bilmesem de ne istemediğim konusunda nettim; alışveriş. Zira yapılacak onca şey varken alışveriş zaman kaybettirecek bir etkinlikti. Ya da zaten paramın çoğunu harcamışken bütçemi bozacak bir tuzak…

Bu yüzden arkadaşım, “Bu dükkan da buranın en ünlü ikinci el mağazası, gezmek ister misin?” dediğinde dilimden tereddütlü bir “evet” döküldü. Ama kendimi bir kez o şehre teslim etmiştim, madem “en ünlü”süydü, kerameti neymiş diye gidip yerinde görmeliydim.

O kerametli mağazadan bir çanta aldım. Tezgahlar toplanmak üzereyken yetiştiğimiz, yakınlardaki bitpazarından da “ucuza kapattığım” bir takı kutusu. 

Olan olmuş, bütçemin dengesi bozulmuştu, ama aynı zamanda kafam da karışmıştı. 

İstanbul’a ilk kez gelen bir arkadaşımı böyle bir mağazaya ya da bitpazarına götürmek neden benim aklımın ucundan bile geçmezdi? Geçse bile, bulmak kolay mıydı? Hayatımızın ne kadar parçasıydı? Ya da sürdürülebilirliği ve piyasaya göre makul fiyatlarıyla daha tatminkar bir alışveriş deneyimi sunan bu fikir, neden bana yıllardır çok yabancı geliyordu?

Aklımda bu sorularla döndüm, düşündüm, taşındım. Bir bilene de danışmak lazım diyerek, sürdürülebilirlik ve ikinci el alışveriş konularında çalışmaları olan, İstanbul Beykent Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi, Doç. Dr. Merve Çelik Varol’un kapısını çaldım. 

Dilimize yansıyan önyargı

Belli ki ikinci el alışveriş Avrupa’da çok daha yaygın bir seçenek, yerleşmiş bir kültür ve olağan bir pratikti. Türkiye’de ise en azından benim bu zamana kadar tek tecrübem, yakın akrabalarım ve arkadaşlarımla yaptığım kıyafet takasından ibaretti. 

Bana ikinci el alışverişe duyduğum önyargıda yalnız olmadığımı düşündüren şey ise bizzat Türkçenin kendisi. 

Bitpazarı, “eski eşyaların alınıp satıldığı yer” olarak tanımlanıyor; ancak içerdiği “bit” kelimesi bile insanı sanki bu pazarlardan uzak tutmaya yetiyor. Bu yolla edinilecek bir eşyanın bit ya da pire gibi parazitlerce zengin olacağını, kimden geldiği belli olmayan cümle malın “hastalıklı” kimi unsurlar taşıyacağını fısıldayan bir ima barındırıyor bu kelime. 

Bu pazarlara neden bitpazarı dendiği tam olarak bilinmiyor. Ancak “bit” kökeninden rahatsız olmak konusunda da yalnız değilim. 19. yüzyıl Osmanlı yazarlarından Şemseddin Sami’ye göre, eski yazarlar bit kelimesini kullanmaktan çekindikleri için buraya “bat pazarı” demeyi tercih etmişler.