Küresel ilişkilerde tam bir belirsizlik çağından geçtiğimiz yetmiyormuş gibi, ittifaklar da artık muğlak. Trump’ın öngörülemez hallerine ve hamlelerine, gevşeyen ittifaklar eşlik ediyor. Ne gerçek düşman var artık ne de gerçek dost. Bir ülkeyle bir konuda sıkı işbirliği yapılırken başka bir konuda kıyasıya mücadeleye girmekten çekinilmiyor.
Böyle bir ortamda, yılın dış ilişkiler olayını tanımlamak zor elbette zira bugün yapılan eylemlerin yarın ne getireceğini kestirmek de artık kolay değil. Ancak Türkiye açısından astrolog tabiriyle kadersel nitelikte olduğu tartışma götürmez bir mesele var: Omurgasını PKK’nın Suriye uzantısı YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin ne ölçüde, ne zaman ve hangi koşullarda merkezi orduya katılacağı…
Mesele kadersel, çünkü yalnızca Suriye ile ilişkileri değil, İsrail ile ne olacağı, bölgenin nasıl şekilleneceği ve hükümetin “terörsüz Türkiye” olarak adlandırdığı sürecin gidişatı da büyük ölçüde bu soruların yanıtına göre belirlenecek.
10 Mart Mutabakatı ne diyordu?
Aslında bu soruların yanıtının bugünlerde verilmesi gerekiyordu. Zira, geçen yıl Suriye’de rejim değişikliğinden sonra geçici Cumhurbaşkanı Ahmet Şara ve SDG Komutanı Mazlum Abdi, 10 Mart 2025’te sekiz maddelik bir anlaşma imzalamıştı.
Anlaşmanın arabulucusu, SDG’nin şimdiki formunu da almasını sağlayan yani YPG’nin yanına bölgesel Arap aşiretlerinden bazılarını da katarak Ankara’ya, “IŞİD ile mücadeledeki ortağımız SDG’nin, PKK ile ne ilgisi var?” diyen ABD idi.
Bu anlaşmanın 4. maddesi şöyle diyordu:
Kuzeydoğu Suriye’deki tüm sivil ve askerî kurumlar, Suriye devleti yönetimi çerçevesinde entegre edilecek; sınır kapıları, havaalanları ve petrol ile gaz sahaları devlet kontrolüne alınacaktır.
Ancak anlaşma bu entegrasyonun nasıl yapılacağını tanımlamıştı, bu iş yılın sonuna kadar yapılacak müzakerelere bırakılmıştı. Bu muğlaklık nedeniyle o dönemde yazdığımız haberde şöyle demiştik: SDG ve Şam yönetimi anlaştı ama acaba ne kadar anlaştı?

Zira Şam yönetimi, SDG’nin ülkedeki diğer tüm silahlı unsurlar gibi kendisini feshetmesini ve elemanlarının bireysel olarak merkezi orduya katılmasını istiyordu. SDG ise kendisini feshetmeyip bir blok halinde yeni Suriye Ordusu’nun bir parçası olmayı istiyordu.
Sahi, niye yapılmıştı 10 Mart Mutabakatı?
Bu temel fikir ayrılığına rağmen taraflar yine de anlaşmayı imzalamıştı. Bunun için kendilerine göre gerekçeleri vardı.
O günlerde, Esad rejimini desteklemiş olan Alevi bölgelerinde, İran'ın da etkisiyle şiddet olayları yaşanıyordu. 1500’e yakın kişi yaşamını yitirmişti. Bu durum, yeni Suriye yönetiminin geleceğine dair yoğun şüpheler uyandırmıştı. Şam, bunların üstüne bir de SDG sorununu eklemek istemiyordu.
Anlaşmadan hemen önce de 27 Şubat'ta PKK lideri Abdullah Öcalan PKK ve tüm bağlı grupların kendisini feshetmesi çağrısını yapmıştı. Ayrıca ABD, bölgede kalmaya o kadar da hevesli olmadığı sinyallerini vermeye başlamıştı, bu da SDG’nin uzlaşmasını gerektiriyordu.
Sonuçta taraflar 10 Mart Anlaşması’nı yaparak hem niyet beyan etmiş oldular hem de vakit kazandılar. Bu süre zarfında Suriye hükümeti iç çatışmalardan göreceli olarak uzak kaldı, ülke üzerindeki yaptırımlar kalktı, Şara ABD’de ağırlandı.
SDG de gücünü konsolide etti, Türkiye’deki sürecin nereye evrildiğini gözlemledi. Ha bir de eski bir taktiği olan tünel kazma işine girişti. Özellikle Rakka ve Haseke kırsalında. Zira tüneller Türkiye’nin İHA ve nokta operasyonlarına dayalı askerî baskısı karşısında işe yarayabilirdi. O bölgelerde yeniden hareketlenmeye başlayan IŞİD hücrelerine karşı savunmada anlamlı olabilirdi. “Tek ordu, tek otorite” diye bastıran Şam yönetimine karşı, ABD bir gün kendisini yalnız bırakırsa asimetrik avantaj sağlardı.

