19 Mart'ta beklenmedik şekilde başlayan, her geçen gün karmaşıklaşan ve bilinmezlerin çok olduğu süreçte, olanı biteni anlamak için siyaset bilimcilerle konuşuyoruz. Prof. Dr. Evren Balta da Türkiye’nin bu alandaki en rasyonel akademisyenlerinden biri…
Hem iç politikayı hem dış politikayı çok yakından takip eden, pek çok ufuk açan kitabın yazarı Evren Balta halen Harvard Üniversitesi Weatherhead Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde “misafir öğretim üyesi” olarak görev yapıyor.
Balta'nın 21 Nisan’da T24’te yayımlanan yazısında, “İçinde bulunduğumuz bu yeni süreç —sınırları ne kadar dar tanımlanmış olursa olsun— Türkiye’nin demokrasi yönüne yeniden dümen kırması için önemli bir momenti temsil ediyor,” cümlesi dikkat çekiciydi. Biz de hem 19 Mart sonrasına dair görüşlerini öğrenmek hem de bu momentumun ne yönde olacağını anlamak için Prof. Dr. Evren Balta’nın kapısını çaldık.
19 Mart'la başlayan süreci nasıl görüyorsunuz?
19 Mart’ın belki de en sarsıcı etkisi, muhalif seçmen açısından seçimle iktidarın değişebileceğine dair umuda yönelikti. Muhalefetin en güçlü adayının aynı anda hem diplomasının iptali, hem yolsuzluk hem de terör suçlamalarıyla tutuklanması, artık Türkiye’de anlamlı bir seçim yapılamayacağı korkusunu derinleştirdi. Burada seçimlerin tamamen iptal edilmesinden değil, zaten son derece asimetrik olan yarışın artık tamamen anlamsız hale gelmesinden söz ediyorum. Türkiye’de demokrasi özellikle son 10 yılda neredeyse tamamen sandık ve seçimlere indirgenmiş durumda. Muhalefet ile iktidar arasındaki toplumsal kontrat da bu zeminde kurulmuş görünüyor: “Seçimi kazanan yönetir.” Türkiye son derece kutuplaşmış bir toplum ve bu “sandık kontratı” belki de bu kutuplaşmış toplumu bir arada tutan son ortak payda hâline gelmişti.
Tam da bu nedenle İmamoğlu’nun tutuklanması, muhalefetin kendisinin bile öngörmediği bir toplumsal hareketliliğe yol açtı. Bu tür kırılma anlarının en çarpıcı özelliği, hiçbir aktörün tam olarak planlamadığı, arzu etmediği ya da kontrol edemediği dönüşümlere kapı aralayabilmesidir. Siyasetin yeniden yazılabildiği, dengelerin sarsıldığı eşik anlarıdır bunlar.
CHP, zaten son kurultayı ve 2024 yerel seçimlerinin ardından belirgin bir başkalaşım sürecine girmişti. Ancak İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla birlikte bu dönüşüm yeni bir ivme kazandı. Parti sadece kurumsal olarak değil, tabanla kurduğu ilişki biçimi açısından da farklı bir noktaya evriliyor. Tepkisel siyasetin ötesine geçerek, daha geniş toplumsal kesimlerle muhataplık ilişkisi kuran bir aktöre dönüşüyor. Tabii ana mesele o muhataplık ilişkisinin bir adiyet ve sahici temsile dönüşüp dönüşmeyeceği ya da bu durumun kalıcı olup olmayacağı.
CHP günlerce Saraçhane’de binlerce insanın toplanması sürecini yürüttü. Şimdi ilçe mitingleri yapılıyor. Gazze için iktidarın bu konudaki kafa karıştırıcı pozisyonuna da dikkat çeken bir miting girişimi oldu. Ve AKP’nin kalelerinden Yozgat’ta bir miting düzenlendi. CHP’nin performansını nasıl buluyorsunuz?
Ruşen Çakır'ın “Çok uzun yıllar sonra aslında CHP'li olmak gurur duyabileceğiniz bir şeye ve farklı kuşakları bir araya getiren bir kimlik haline dönüştü” tespiti çok isabetli. Özellikle gençliğin CHP'yle mesafesi çok yüksekti. Sadece CHP ile değil siyasetle mesafesi çok yüksekti. Anadolu’nun iç kesimlerinin, düşük ücretlilerin, çiftçilerin CHP ile mesafesi yüksekti. 19 Mart sonrasında yaşanan en önemli dönüşümlerden biri, 2023 seçimlerinden sonra sıkça atıf yapılan “seçmenin siyasetten soğuması” halinin tersine dönmesiydi. Bu dönemde, siyasal alanı genişletmeye çalışan yeni bir toplumsal enerji ortaya çıktı. Bu enerji, sadece protesto biçiminde değil, aynı zamanda gündelik hayatın içinden gelen mikro-politik taleplerle kendini gösterdi. Bu sürecin dikkat çekici yanlarından biri de CHP'nin bu yaygınlaşan sivil-siyasal enerjiyi fark etmesi ve ona kurumsal karşılık üretmesiydi.
Örneğin, Özgür Özel’in boykot çağrısı, aslında üniversiteli gençler ve öğrenciler tarafından başlatılmış bir inisiyatifin CHP tarafından sahiplenilmesiydi. Ya da Yozgatlı bir çiftçinin sloganı CHP’nin ana sloganı haline geldi. Bu tür örnekler, CHP'nin yalnızca tepki veren değil, aynı zamanda toplumsal talepleri kurumsallaştıran, onları görünür kılan ve çoğu zaman da genişleten bir siyasal aktöre dönüşmekte olduğunu gösteriyor. Bu durumu aşağıdan gelen siyasal enerjinin yukarıda temsil edilme kapasitesinin artması olarak okuyorum ben.
CHP’nin bu süreçte üstlendiği rol, klasik kurumsal bir parti olmaktan çıkıp, çoğulcu ve dinamik bir araç-parti haline gelmesine işaret ediyor. Yani artık sadece kendi ideolojik çizgisini ve programını toplumun önüne koyan bir temsilci parti değil, toplumun farklı kesimlerinden gelen talepleri toplayıp, filtreleyip, siyasal alana taşıyan bir kanal. Bu pozisyonunu sürdürüp sürderemeyeceği Türkiye siyasetinin ve Türkiye’nin geleceği açısından çok önemli olacak.
Peki CHP bunu nasıl başardı?
Bunda Kemal Kılıçdaroğlu'ndan sonra Kongre'yle birlikte Özgür Özel liderliğine geçişin, CHP'deki liderliğin kuşak değişiminin etkisi var. Ama bence CHP açısından bir başka önemli etken daha var. Kongre iptali davası, partiye kayyum atanacağı iddiaları, İmamoğlu’nun tutuklanması, belediye başkanlarının hedef alınması gibi gelişmeler CHP’yi kurumsal varlığı tehdit altına giren bir parti hâline getirdi. Bu durum, parti açısından klasik bir muhalefet pratiğinin ötesine geçilmesini zorunlu kıldı. Aslında bu noktada CHP bir varoluşsal eşikle karşı karşıya kaldı: Ya mücadele edecek, tüm kaynakları ve örgütsel esnekliğiyle direnç gösterecek ya da rejimin kurumsallığı içinde etkisizleştirilerek tasfiye olacaktı. AKP ve iktidar blokunun hesaplayamadığı şey de belki buydu: CHP’nin siyaset sahnesinde kalabilmesi için artık yalnızca seçim kazanmak değil, demokratik bir alanı yeniden tarif etmek zorunluluktu. Türkiye siyasetinde varlığını sürdürebilmesinin yegane yolu buydu. Tam da bunu yaptı. Ama başta söylediğim şeye dönersem, CHP siyasetindeki kuşak ve liderlik değişiminin bunu yapabilmesinde etkili olduğunu düşünüyorum.
Adalet ve Kalkınma Partisi bu toplumsal hareketlilik olasılığını görmedi, bu olasılığı hesaba katmadı mı diyorsunuz?
Tabii daha 19 Mart sürecinin uzun dönemli sonuçlarını bilmiyoruz. Ama en azından bugün için dört önemli faktörü yanlış hesapladığını söyleyebilirim. İlki, bugüne kadar AKP’nin mücadele ettiği pek çok aktör —askerî vesayet, yüksek yargı, bürokratik seçkinler ya da dış aktörler— seçilmemiş yapılarla temsil ediliyordu. AKP, bu aktörlere karşı kendi meşruiyetini “milletin iradesi” söylemiyle kurdu. Ancak bu kez karşısındaki aktör, halkın sandıkla onay verdiği bir isimdi. AKP, bu farkı yeterince ciddiye almadı.
İkincisi, İmamoğlu’na yöneltilen suçlamalar yolsuzluk ve terör gibi toplumsal bellekte güçlü çağrışımları olan, ancak bu çağrışımların içinin giderek boşaldığı iddialar üzerinden ve bütün tuşlara aynı anda basılarak yürütüldü. Üstelik bu suçlamalar, yolsuzluğun neredeyse sistemin bir parçası hâline geldiği, siyasetin “temiz” olanla değil “kazanan” olanla özdeşleştiği bir toplumda yapıldı. Bu aşırı kod yüklemesi meşruiyet aşınmasına neden oldu.
Üçüncüsü ve bence en önemlisi, iktidar, CHP’nin kendi içindeki rekabetin bu krizi yönetmesini engelleyeceğini düşündü. Parti içi hiziplerin birbirini zayıflatacağına ve krizin bir iç hesaplaşmaya evrileceğine inandı. Ancak beklenin aksine, biraz evvel söylediğim gibi, bu baskı dönemi CHP’de hem kurumsal refleksi tetikledi hem de tabanla bağları güçlendiren bir yeniden yapılanmayı beraberinde getirdi.