Televizyon tarihinin en iyileri listesine bakarsanız, Vince Gilligan’ın adını sıklıkla görürsünüz. 90’ların fenomen dizisi The X Files’ın yazar ve prodüktörlerinden biriydi kendisi. Fakat pek çoğumuz onu Breaking Bad ve aynı dünyada geçen Better Call Saul dizileriyle tanıyoruz. Bilhassa da Breaking Bad ile yayınlandığı 2008 - 2013 yılları arasında bambaşka bir heyecan yaşatmıştı. Dolayısıyla Gilligan’ın işin içinde olduğu herhangi bir yapımın izleyicilerde merak ve ilgi uyandırması çok da sürpriz değil. Fakat yaratıcı koltuğunda oturduğu yeni dizisi Pluribus, bunun da ötesine geçen bir açılış yaparak başladı yayın hayatına. Öyle ki dizinin ilk iki bölümünün Apple TV’de yayınlandığı 7 Kasım’da platform bir süreliğine çöktü. Devam eden bölümlerdeyse Gilligan ve ekibi birçok farklı soru işareti düşürdü aklımıza. Fakat bu soru işaretlerinden önce diziyi henüz izlemeyenler için nasıl bir hikâyeden bahsettiğimizi, spoiler vermeden özetlemek gerek.
Uzaydan gelen tekrarlı bir sinyalin keşfiyle başlıyor Pluribus. Bilim insanlar gelen mesajın ne olduğunu çözmeye çalışırken, bu sinyali bir RNA dizisine çevirerek laboratuvarlarda test ediyorlar. Sonrası “daha önce izlediğimiz bir film”, hatta 2020’de yaşadığımız bir gerçeklik gibi aslında. Bir kaza sonucu bu hücreler yayılıyor ve on üç kişi dışında tüm insanlık kolektif bir bilince katılıyor. Bu ortak bilince dahil olan herkes aniden mutlu ve barışçıl birer insana dönüşüyor. Suç oranları aniden sıfırlanmış, savaşlar bitmiş… Tür fark etmeksizin yaşamın her şeyin üstünde konumlandırıldığı bir ütopya çöküyor gezegenin üzerine. İlk bakışta herkesin dahil olmak isteyeceği bir hayat gibi değil mi bu? Ama işte, salgından etkilenmeyen o on üç kişiden birisi, yani Carol bu düzeni reddediyor. Ve onun bu mutluluk dalgasına meydan okuması, biz izleyenleri de derin sorgulamalara yöneltiyor.

