Söyleyeceklerimin haber değeri yok. Türkiye’de yaşamını sürdüren ve birazcık olsun duyarlılığı olan herkesin ruh sağlığının iyi olmadığını söylemek zor değil. Belki bir patolojiden bahsetmek için uzman görüşü gerekir ama bu ülkede suyun üzerinde kalmak çabasındaki biri olarak biraz sokağa çıkmam, biraz sosyal medyaya bakmam artık kimsenin o kadar da “iyi” durumda olmadığını anlamama yetiyor. Sinir sistemlerimiz yorgun. Tahammül seviyemiz sıfır. Dertliye bakıyorum, tamam, zorlanıyor, mutluya bakıyorum, onun da durumu o kadar parlak değil; hepimiz tuhaf tuhaf haller içindeyiz. Gündelik sohbetler bir dokun bin ah işit. Patlamaya hazır bombalar gibi geziyoruz hayatın içinde. Haber akışı gece gündüz boğuştuğumuz bir yırtıcı hayvandan farksız. Elinden kurtulup kaçmak güç. Dertler boyumuzu aşmış, ne tutulacak bir yeri kaldı olanların, ne oturup konuşacak bir tarafı. 

Ama bütün bunlar olurken bir yandan bireysel hayatlarımız devam ediyor. İşe gidiyoruz mesela. Çocuk büyütüyoruz. Gelecek planları yapıyoruz. Hayal kuruyoruz. Yeni bir kitaba başlıyoruz. Seneye sahnelenecek bir tiyatro oyununun prova haberini alıyoruz. Oluyor böyle şeyler. İnsan hamam böceği gibi bir mahluk. Terlik tepesine indikçe duvar diplerinden kaçmaya devam ediyor. Hele biz büyük şehir insanları, dişimizi sıktık, taş olduk, bir şekilde günü sürdürmeye devam ediyoruz. Acaba diyorum duyarsızlaştık mı, keşke, hiç öyle değil. Bilakis kalbimiz alevden bir top. Ama oturup ağlasak sabahtan akşama, kime ne faydası var? Çabalamayı bıraksak nasıl olacak? Öyle bir ihtimal yok. Ne yapacağız, bildiğimiz şeyi, çalışmak.  

Umut var mı diye soruyorum hep birileriyle sohbete oturunca. İlk sorduğum sorulardan biri bu. Genelde yok gibi aldığım cevaplara bakınca. Var diyenler de artık her şeyi daha üst bir merciye devretmiş gibiler: “Bu dünya kime kalmış” gibi bir yerden içini ferahlatan var. Uzun vadede hepimiz toprak olacağız zaten. Dolayısıyla ben öyle kapsayıcı bir yerden bakamıyorum dünyaya pek. Öyle iyimser bir pencerem yok. Hep aklımda şu hesaplaşma: Başka bir senaryoda günlerim daha ferah geçebilirdi, bazı sabahlar mesela, haftada bir sabahcık falan, kalkıp kötü bir haber almayabilirdim. Sokak hayvanlarına, zeytinliklere, toprağını savunan o canım köylü kadınlara, evladını durduk yere kaybeden annelere üzülmediğim bir günüm olabilirdi. Yoksa evet, biliyorum, bu dünya kimseye kalmayacak ama bir gün ben de buralarda olmayacağım. Hayatım şu an ve burada. İlahi adalete bel bağlayacak bir yerde değilim ne yazık ki. Keşke olsam. Keşke bugünden başka bir şeye inansam. Devran dönecek deniyor, dönsün o zaman, çocuklar görür dilerim bir gün döndüğünü. Diyorum ki biz çok çalıştık, sadece çalışmaktan bildik hayatı, biz çok çalışan ana babaların çocuklarıyız, onlar da çok çalıştı, bunca emeğin karşılığı daha makul bir hayat olmalıydı. Yani haklıya hakkının teslim edildiği, haksızın da layıkını bulduğu bir hayat. Sonuç olarak, galiba iyi değiliz. Nasıl bu şekilde devam edeceğiz, bu sorunun cevabı bende pek yok. Yıllar geçtikçe büyüyen bir haksızlık duygusu elimize kalan bu.

Bu halleri konuşmak üzere Klinik Psikolog Özge Orbay ile buluştum. Özge Hanım’ı tanıyanlar bilir, sahiden nefis biri. Psikoloji alanının sonsuz gürültüsü içinde kesinlikle ipiyle kuyuya inilecek bir uzman. Ne dese inanırım. Bu sohbeti kendisiyle yapabildiğim için kendimi çok ama çok şanslı hissediyorum. Bir toplum olarak oradan bakınca nasıl görünüyoruz? Sormaya oradan başladım.

Gündemin bir gün olsun durulmadığı bir memlekette insan olmanın zorluklarını bir de ben burada sıralayacak değilim ama genel olarak sinir sistemlerimizin haddinden fazla yorgun olduğunu gözlemliyor ve bunu bizzat hissediyorum. An be an güncellenen bir kötü haber akışının içinde yuvarlanıp duruyoruz. Sorunların birini çözmeden diğeri üstümüze çullanıyor. Bütün bunlar bize bir şey yapıyor. Ve bu devam ettikçe sanıyorum ülkenin durulmayan fırtınası ruhumuzda kalıcı izler bırakıyor. Bir klinik psikolog nasıl görüyor halimizi? İyi değiliz. Değil mi?