Türkiye son zamanlarda, yabancı basında daha çok Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından yaşanan protestolar ve İsrail’le Suriye üzerinden yaşanan gerginlik ile anılıyordu. 

Geçen iki haftada da yine bu konular üzerinden analizlere yer verildi. Ek olarak, PKK’nın kendini fesih kararının ardından Türkiye’nin demokratik uzlaşı konusunda örnek bir ülke olup olamayacağı yorumları yapıldı. 

Çin’den sonra Pakistan’ın ikinci büyük silah tedarikçisi olan Türkiye’nin Hindistan’la olan ilişkileri de ayrı bir tartışma konusuydu. 

“Orta gelir tuzağı”ndan sonra bir de “orta güç çıkmazı” mı?

Foreign Affairs dergisinde Mustafa Kutlay’ın “Türkiye’nin Orta Ölçekli Güç Çıkmazı” başlıklı değerlendirmesi yayınlandı. Yazı, “etki”, “meşruiyet”, “çelişki”, “ikirciklilik” gibi kavramlar üzerinden Türkiye’nin dış politika kapasitesini sorguluyor. 

Yazıya göre Türkiye, çok kutuplu dünyanın yarattığı fırsatları değerlendirmeye çalışarak Batı dışı aktörlerle (Rusya, Çin) yakınlaştı, Afrika ve Asya’daki diplomatik ağı genişletti, savunma sanayisini güçlendirdi ve dış politikada “stratejik özerklik” çizgisine yöneldi. Ancak yazar, bu “çok yönlü dış politika”nın yüksek bir bedeli olduğuna da vurgu yapıyor: Ekonomik kırılganlıklar, Batı ile gerilen ilişkiler ve sınırlı içsel kapasite. 

2024’te Rusya ve Çin’le toplam ticaret 101 milyar dolara ulaşırken, Türkiye’nin bu ülkelere ihracatı sadece 12 milyar dolarda kaldı. Öte yandan, doğrudan yatırımların %70’i hâlâ Batı’dan geliyor. Yazıya göre Türkiye’nin, hem Doğu hem Batı ile aynı anda yakın ilişkiler yürütme arzusu, ekonomik ve stratejik bir sıkışmayı tetikliyor. Bu da hedging (risk dağıtımı) stratejisinin fayda/maliyet dengesini bozuyor:

“Aktif bir dış politika, ancak onu destekleyecek güçlü iç kurumlar ve sağlıklı bir ekonomiyle sürdürülebilir. Ayrıca, özerklik de bir yere kadar mümkün: Herkese oynama stratejisi izolasyona, her fırsatın peşine düşme ise kaynakları süper güç seviyesinde olmayan ülkelerde aşırı yüklenmeye yol açabilir.” 

Kutlay’a göre, Türkiye’nin dış politika başarılarının sürdürülebilir olması için iç reformlara, kurumsal kapasiteye ve stratejik netliğe ihtiyaç var.

Montrö’ye dikkat Montrö’ye

Stratejik ve askerî yorumlar yayınlayan prestijli War on the Rocks sitesinde, İsveçli analist Aron Lund’un “Montreux Paradoksu: Bir Ukrayna Ateşkesi Karadeniz'de Tırmanışa Zemin Hazırlayabilir” başlıklı yazısı yer aldı. 

Montrö Boğazlar Sözleşmesi, 1936'dan bu yana Karadeniz’e savaş gemisi geçişini düzenlerken, 2022’den beri Türkiye bu hükmü Rusya’ya karşı aktif biçimde uyguluyor. Yazıya göre Trump’ın seçilmesi, barış görüşmeleri olasılığını doğurdu. Ancak bu diplomasi ortamı, yeni bir tırmanışa da zemin hazırlayabilir. Ukrayna’da muhtemel bir ateşkes, Rusya'nın deniz gücünü yeniden Karadeniz'e yığma fırsatını doğurabilir. “Sözleşmede ‘savaş’ın ne olduğu tanımlanmamış” diyen yazar, Türkiye’nin savaşı tanımlama ve yorumlama tekeline sahip olduğunu, bu nedenle de Karadeniz’in askerî dengelerinin Ankara'nın siyasi kararlarına bağlı olduğunu söylüyor.

Türkiye, hem kolaylaştırıcı hem de bölgesel güç olarak ikili oynuyor. Yazara göre, mevcut transit yasağının sürdürülebilirliği ve hukuki zemini tartışmalı:

“Türkiye, 19. maddeyi düzgün uyguladı… ama diğer donanmalara da ‘gitmeyin’ dedi.” Bu hukuki değil, siyasi bir hamleydi, “karar gibi sunulmuş bir ricaydı.” 

Sonuçta Montrö, hukukla siyaset arasındaki gri alanda kaldı. Lund’a göre Avrupalılar, “Türkiye’nin 19. maddeyi uygulama ölçütlerine dair hem özel hem de kamuoyunda netlik talep etmeli, Ankara’yı tutarlı ve öngörülebilir hareket etmeye zorlamalı.”